
Göstermek ya da göstermemek
Filmin en büyük zaafı, niyetlerini, hesapçılığını fazlasıyla ele veren, fazlasıyla naif bir anlatım yapısı ve sinematografi üzerine inşa edilmiş olması. Hikâyenin hemen başında, Maggie'nin seks kabinine girip, yan kabinde bekleyen müşterilere mastürbasyon yaptırmayı öğrendiği sahnede, yönetmenin 'göstermekle göstermemek' arasında yaptığı ince hesaplar, rahatsız edici bir şekilde izleyiciye geçiyor. Sonrasında, filmde Maggie'yle birlikte bu kabine her girişimizde yine yönetmenin 'penis tedirginliği'yle karşılaşıyoruz. Kamera, kabin duvarındaki delikten Maggie'ye doğru uzanan penisi gizlemek için her türlü cambazlığı deniyor: Şu açı, olmadı bu açı, kamerayla 'merak edilen' uzuv arasına yerleştirilmiş termoslar, vesaire. Yönetmenin, seks kabinindeki sahnelerde göstermekle göstermemek arasındaki ince çizgide bu kadar dolaşıp bocalaması, sonunda göstermediği gibi hiçbir ilginç numarayla da karşımıza çıkamaması, izleyicide ilgisinin sömürüldüğüne dair bir his yaratıyor: "Hiçbir şey olmayacaksa neden dakikalarca bu kabini izliyoruz?" İşin kötüsü bu ince hesapçılığın sadece kabindeki sahnelerde değil, filmin bütününde karşımıza çıkıyor olması. Sam Garbarski, fazlasıyla 'acıklı' bir hikâye (torunu kanser olduğu için kötü yola düşmeyi göze alan bir babaanne) anlatıyor. Üstelik bu hikâyenin arabesk yapısını katmerleyen öğelere de fütursuzca yer veriyor: Oğlu annesini takip ederek bu 'fedakârlığını' keşfediyor, önce deliye dönse de boynu bükük bir şekilde (Emrah'ça) bunu kabulleniyor; Maggie farkında olmadan kendisine işi öğreten gariban göçmenin işinden olmasına neden oluyor; birdenbire ince ruhlu patronuyla (bir nevi pezevengi) aşk yaşamaya başlıyor; dedikoducu komşulara ağızlarının payı veriliyor; geçmişin yarım kalmış aşkları, kayıp acıları masaya seriliyor… Ancak çekildiği ima edilen tüm bu acılar, yapılan tüm fedakârlıklar, Maggie'nin oğlunun öfke patlaması yaşadığı sahnenin dışında hem ürkek, üstü kapalı, söylemekle söylememek, göstermekle göstermemek arasında kararsız kalan bir yaklaşımla anlatılıyor. O kadar ki yönetmen, filmin duygusunu yaratmak için aralara serpiştirdiği ve boğucu bir şekilde tekrar eden müzikten medet umuyor. Hikâyenin taşıdığı acıyı adeta donduran, önemsizleştiren bu anlatım yapısı, izleyiciyi sürekli filmin dışına ittiği gibi, yönetmenin böyle bir hikâyeyi seçmedeki motivasyonlarını da sorgulamasına yol açıyor. Sanki yönetmen, erkeklere mastürbasyon yaptıran Marianne Faithfull fikrinden çok etkilenmiş ve bu fikre dolgu malzemesi olabilecek herhangi bir hikâyeye pek düşünmeden evet demiş gibi. Sonuçta gerçekten de iş, Faithfull'un canlandırdığı Maggie karakterinin yaptığı fedakârlıkla yeniden doğmasına, aşkı bularak hayatına yeni bir anlam vermesine kadar varıyor. Sorun, filmde, mastürbasyon kabinini sahiplenip duvara birkaç tablo astığı sahne dışında, Maggie'nin geçirdiği bu değişime ikna olmamızı sağlayacak yeterince sahneye yer verilmemiş olması. Buna Marianne Faithful'un fazlasıyla donuk oyunculuğu da eklenince, film boyunca geliştirilmeden geliştiği iddia edilen bir karakteri izlemek zorunda bırakılıyoruz.
"Irina Palm"da gerçekten utandırıcı olan bir şey var, kabul. Ama bu utandırıcılık Marianne Faithfull'un ucuz bir seks kulübünde erkeklere mastürbasyon yaptırmasından kaynaklanmıyor. Filmin, sürekli aynı tonda tekrar edip kabak tadı veren müziğinde ve Marianne Faithfull'un oyunculuğunda izleri açıkça görülen samimiyetsizliğinden; anlattığı hikâyeyle hayal ettiği film yapısı arasında kan uyuşmazlığı olan bir yönetmenin, kararsızca savrulup sonunda sözü hiçbir yere getiremeyen, izleyicisinde hiçbir duygu yaratamayan şaşkınlığından kaynaklanıyor.
Yine de senaristin hakkını verelim: Penis dirseği iyi fikirdi.
Kimler İzlemeli:
Kimler İzlememeli:
0 yorum:
Yorum Gönder